Hazır kulağınız bendeyken, siz öğrenciler ve mezunlara küçük bir ipucu vererek başlayacağım: Tek bir derse katılmadan, tek bir ödev bile yapmadan, hatta sınava bile girmeden bu büyük üniversiteden diploma almak, aynı sonucu çalışıp didinerek elde etmekten çok daha kolay. Ben bunun canlı kanıtıyım.

 

Galler’de, Nazi Almanyası’ndaki katliamdan kaçmış bir anne babanın oğlu olarak büyüdüğüm dönemde, bir gün —Üniversitenizin yönetiminin nazik daveti sayesinde— dünyanın en güzel şehirlerinden birinde, Türkiye’nin en yetenekli ve kabiliyetli gençlerinin karşısına geçip her birinizi bekleyen yolculuk hakkında bazı düşüncelerimi paylaşacağımı asla hayal edemezdim. 

 

Benden bilgece sözler beklemeyin. Yaşlandıkça, ne kadar az şey bildiğimi daha iyi anlıyorum. Ayrıca, benim gibi insanların liderlik yapmasını da beklemeyin. Bizler geçmişimizin ve kökenlerimizin esareti altındayız. Yeni fikirler bizden değil, sizlerden çıkacak. 

 

Bazen günler uzun gelse de, yolculuğunuzun ve hayatınızın hızla akıp gittiğini göreceksiniz. Her yeni günün kıymetini bilin.

 

Size sunabileceğim, kendi yolculuğumda edindiğim birkaç öneriden ibaret; Galler’de liseden mezun olurken bana verilenler gibi buyurgan tavsiyeler paylaşmaktan ise kaçınacağım. Mezun olurken, öğretmenlerimden biri bizi hayata hazırlayacak üç önemli önerisi olduğunu söylemiş, saçlarımızı kısa kestirmemizi, sağlam bir çift yürüyüş ayakkabısı almamızı ve salon dansı yapmayı öğrenmemizi salık vermişti.

 

Üniversiteyi bitirdiğimde, hayatımda ilk kez o güne kadar önümde uzanan tren raylarının bir anda sona erdiğini fark ettim. Pek çok şeyin başkaları tarafından düzenlendiği, doğduğumuz andan itibaren okula ve eğitimin daha ileri safhalarına doğru ilerleyen zamanın akışı bir anda sona ermişti. Raylar buraya kadardı. Artık önümde herhangi bir işaret levhası, semboller, kilometre taşları yoktu. Hepi topu belli belirsiz birkaç ipucu vardı.

 

İşte şimdi siz de bu noktaya geldiniz. Bu noktada, sizi kendi hayatımdan derlediğim birkaç notla baş başa bırakacağım. Bunlardan birincisi, reddedilme ve başarısızlıkla başa çıkmakla ilgili.

 

Ben hayatımın her önemli aşamasında başarısızlığın eşiğine geldim.

 

Galler’de liseyi bitirdikten sonra Oxford Üniversitesi’ne başvurdum. Pek yetenekli bir öğrenci değildim, sınav sonuçlarım orta seviyedeydi; sonuç olarak Oxford kolejlerinin beşi tarafından reddedildim ve başka bir yerde eğitim almam gerektiğini kabullendim. Hemen ardından, başvurduğum son Oxford koleji beni mülakata çağırdı ve kabul edildim.

 

Oxford’da geçirdiğim üç yılın sonuna gelirken, çeşitli nedenlerden Amerika Birleşik Devletleri’ne gitmek istediğime karar verdim. Çalışma vizesi almam imkânsızdı; üniversite masraflarını karşılayabilmem de mümkün değildi. Tek yol burs kazanmaktı. Dört programa başvurdum; Harvard, Yale, Stanford üniversiteleri veya MIT’ye (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü) girmemi sağlayacak üç burs programından ret aldım. Geriye tek bir seçenek kalmıştı ve şansım yaver gitti.

 

ABD’de geçirdiğim iki yılın ardından, İngiltere’ye dönmeyi ve gazetecilikte şansımı denemeyi umuyordum. BBC’ye ve İngiltere’nin büyük gazetelerinden birkaçına iş başvurusunda bulundum, ancak tamamı beni reddetti. Hatta görüşmeye dahi çağırılmadım. Ardından, şansımı ABD’de denedim ve yine tüm başvurularım retle sonuçlandı. Tam bütün olasılıkları tükettiğimi düşünürken, TIME dergisinden çaylak muhabir olarak iş teklifi aldım. Aldığım tek teklif buydu.

 

Daha sonra, 1980’lerin başlarında risk sermayesi alanında çalışmayı düşünmeye başladığımda bu alanda henüz sadece bir avuç firma vardı. Hepsi de küçük şirketlerdi ve beyaz erkekler tarafından yönetiliyordu. Bu firmaların altı tanesine başvurdum. Tümünün yöneticileri benimle tanışma nezaketini gösterdi. Beşi, girişim alanında başarılı olmak için gerekli deneyime sahip olmadığımı söyledi. Ben tarih mezunuydum. Mühendis değildim. Bilgisayar bilimcisi değildim. Onların deyimiyle, hiç gerçek bir iş yapmamıştım; “gerçek iş” onlara göre bir teknoloji şirketinde çalışmak demekti. Ben sadece bir gazeteciydim. Ancak bir kez daha, tam başarısızlığın eşiğindeyken, birkaç yıl önce Sequoia’yı kurmuş olan ve o sırada dört kişilik bir ekiple 45 milyon dolarlık bir fonu yöneten Don Valentine, bir risk sermayedarının başarılı olup olmayacağını baştan bilmenin imkânsız olduğunu söyledi ve bana iş teklif etti. Asla pes etmemem gerektiğini işte o zaman öğrendim.

 

Gelelim ikinci önerime: Bariz görünen yolu izlemeyin, kendinizi başkalarının beklentilerine karşılık vermek zorunda hissetmeyin. İzlenecek en iyi yol, kendi içgüdülerinizin şekillendirdiği yoldur. Çoğu insan kendi içgüdülerini takip etmekte zorlanır. Bazılarımız, örneğin küçük yaşta resim çizme yeteneğini keşfedenler; dört-beş yaşlarında boya kalemini ellerine alır ve seksenlerinde ellerinde boya fırçasıyla yaşamlarını kaybederler. Aynı şey müzik yeteneği olan bir çocuk ya da eline video kamera alan bir genç için de geçerlidir: Konser turnesinde ya da son filmlerinin setinde hayata veda edebilirler.  Olağandışı doğal yeteneklerle kutsanmamış olan geri kalanımızı ise bir başka zorluk bekler: Bizden bekleneni ya da başkalarının bizden beklediğini düşündüğümüz şeyleri yapma dürtüsüne direnmek zorundayızdır.

 

Babam ABD’deki eğitimimi tamamladıktan sonra avukat olacağımı umuyordu. Sınıf arkadaşlarım gazeteci olmayı seçtiğimde duydukları dehşeti gizlememişti. Bazıları büyük bir hata yaptığıma, bunun yerine çokuluslu büyük bir şirkette çalışmam ya da yatırım bankacılığı veya danışmanlık yapmam gerektiğine beni ikna etmeye çalıştı. Gazetecilikten fazla para kazanamayacağımı söylediler. Haklı oldukları tek konu da buydu.

 

Ancak ben içgüdülerimi takip ettim ve TIME’da çalışmaya başladım. Los Angeles’ta geçirdiğim yalnız ve mutsuz bir yıl da dahil olmak üzere birkaç yılın ardından San Francisco’ya transfer olmayı başardım. O günlerde Silikon Vadisi hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Adını bile duymamış olabilirim. “Risk sermayesi” terimini de hiç duymamıştım. Genç insanların şirket kurabileceğini ve onların şirketlerini kurmalarına yardımcı olan ve risk sermayedarı olarak adlandırılan birilerinin olduğunu da muhabirlik yaparken öğrendim. İngiltere’de benim kuşağımdan hiç kimse iş kurmayı aklından bile geçirmezdi; onlara para sağlayacak kimse de yoktu. 

 

Muhabirlik yaparken, pek çok şirketin kurucusuyla tanıştım. Bunlardan biri Apple’ın yılda yaklaşık 200 milyon dolarlık satış yaptığı dönemde tanıştığım Steve Jobs idi -Apple bugün bu satış gelirini yaklaşık beş saatte elde ediyor. Bir diğeri de Microsoft’un yılda 1 milyon dolardan daha az satış yaptığı dönemde tanıştığım Bill Gates idi. Hem Steve hem de Bill benim yaşlarımdaydı. Çok şaşırmıştım.

 

San Francisco’da TIME’da bir süre çalıştıktan sonra kendimi büyük bir şirketin önemsiz bir parçası gibi hissetmeye başladım. Bir kitap yazmak ve daha sonra bir ortakla birlikte yayıncılık işine girmek üzere ayrıldım. Bir yıl kadar sonra, bu şirketin hiçbir zaman büyüyemeyeceğine kanaat getirdim ve ayrıldım. Ayrılırken ne yapacağımdan, kuyruğumu kıstırıp İngiltere’ye dönmek zorunda kalıp kalmayacağımdan emin olduğumu söyleyemem.

 

İşte bir harita ya da rehber olmadan içgüdülerimi takip etmenin faydaları tam da o zaman belirmeye başladı. Oxford’tan sonra İngiltere’de kalmaya karar vermiş olsaydım, bugün burada karşınızda olamazdım. Avukat, bankacı, danışman ya da reklamcı olmak yerine gazeteci olma arzumun peşinden gitmemiş olsaydım kendimi San Francisco’da bulamazdım. Ve eğer San Francisco’ya gitmiş olmasaydım Steve Jobs ile asla tanışamayacaktım. Ve Steve Jobs ile tanışmamış olsaydım bir şirket kurmayı asla düşünemezdim. Ama daha da önemlisi, beni Sequoia’da Don Valentine ile tanışmaya iten Steve ve Apple’ın hikâyesiydi; çünkü Apple’ın ilk girişim sermayesi turuna Don ve Sequoia yatırım yapmıştı. İzlediğim bu rotanın beni götürdüğü umulmadık yerler gerçekten hayret verici: Naziler, Galler, Oxford, TIME, San Francisco, Steve Jobs, Apple, Sequoia ve şimdi… İstanbul. Tek yaptığım içgüdülerime güvenmek ve ipuçlarını takip etmekti.

 

Hikâye anlatımının önemi ile ilgili de birkaç söz söylemek isterim. Eğer edebiyat eğitimi almadıysanız, matematik, bilgisayar bilimleri, fizik, kimya veya biyoloji gibi alanlardaki çalışmalarınızda hikâyelerin ve anlatıların önemi ve gücü üzerinde yeterince durmamış olma ihtimaliniz çok yüksek. 

 

Hikâye anlatımı, liderlik ve yatırım için son derece önemlidir. Ve ilk anda kulağa pek inandırıcı gelmeyebilir, ancak beni hayat yolculuğumun geri kalanına hazırlayan tarih eğitimi almam ve gazetecilik yapmam oldu. Bunun nedenlerine değinmek isterim.

 

Oxford’un eğitim sisteminde tarih öğrencilerinin bir haftalarını aşina olmadıkları bir konu hakkında bir deneme yazmaya ayırmaları istenir. Bunun için de yarım düzine kitap okumanız, bol miktarda ve yer yer birbiriyle çelişen bilgileri süzgeçten geçirmeniz ve konu hakkında 2.000 ila 3.000 kelimelik bir makale yazmanız gerekir. 

 

TIME’da çalışmaya başladığımda da benden istenen bu oldu. Çoğu zaman yeni olan ve gerçeği kurgudan, doğruyu yanlıştan ayırmak için sınırlı zamanımın olduğu konular hakkında haber yapıyordum. Tarih öğrencisi olmakla gazeteci olmak arasındaki en büyük fark, tarihçilerden farklı olarak, gazetecilerin konu ettiği kişilerin çoğunun hayatta olması ve çoğu zaman da her gerçeğe itiraz edebilecek avukatlarının olmasıdır. Dolayısıyla, kaynağınızın güvenilir olup olmadığını değerlendirmek, ödevinizi iyi yapmak sizin işinizdir. Bu, aynı zamanda pratik zekânızı da geliştirir. Her iki alanda da, eksik bilgi üzerinden bir fikir oluşturabilmek temel bir gerekliliktir. 

 

Her tarihçinin ve gazetecinin vazgeçilmez araçlarından olan hikâye anlatımı, her yöneticinin, lider olmak isteyenlerin, şirket kurmak ya da yatırımcı olmak isteyen herkesin de olmazsa olmazıdır. Sequoia’ya ve girişim alanına ısındıkça, bu alışkanlıkların vazgeçilmez olduğunu keşfettim. Her konuda, sadece en iptidai bilgilerle donanmış olsam bile, zihnimde bir hikâye oluşturmayı ve bunu net bir şekilde aktarmayı öğrendim.

 

Bilmediğim bir alanda bir yargıya varmadan önce her türlü veriyi toplamak zorunda hissetme dürtüsünden kaçınmayı başardığıma inanıyorum. Bizim işimizde takılıp kaldığınız ayrıntılar sizi kolaylıkla kör edebilir. Bana göre her yatırım kararı ortalama zekâ seviyesindeki 12 yaşındaki bir çocuğa kolayca açıklanabilir olmalıdır. 

 

Ve bundan çok daha önemlisi, hikâye anlatımı belki de liderliğin en önemli unsurudur — özellikle de bir şeyleri yoktan var etmeye çalıştığınızda veya dünya çok karanlık görünürken insanları her şeyin iyiye gideceğine ikna etmeye çalıştığınızda. Hikâyeler hayal gücünün bir rüyayı, pusulada bir yönü ya da uzak bir hedefi başkalarına aktarabilmenin ifadesidir. Mümkün olanın resmidir.

 

Hiç kimse nereye varmak istediğini önce kendisine, sonra da yanındakilere açıklamadan yeni bir iş kuramaz. Sonraki evrede de, potansiyel çalışanlarınızı işlerini bırakıp yeni bir girişime katılmaya ikna etmekte kullanacağınız şey yine hikâye anlatımıdır. Şirketinizi hiç duymamış olan müşterileri ürünlerinizi satın almaya ikna eden de budur ve nihayetinde, yazdığınız büyüleyici hikâye (kanıtlanabilir gerçeklerle destekleyebildiğiniz sürece) diğer yatırımcıları da cezbeder. Benim en aşina olduğum değer birimleri dolar, avro ya da renminbi değil, hikâye anlatımı, sabır, ikna ve azimdir.

 

Yolculuğumun başlarında yoksun olduğum ve halen bir nebze eksikliğini hissettiğim beceri empati oldu. Bu, ne büyürken tanık olduğum ne de Sequoia’daki ilk yıllarımla ilişkilendirebileceğim bir meziyetti. Ayakları yere sağlam basan bir kadınla evlenmem, baba olmam ve bilge ve nazik bir adamın yıllarca bana yardım etmesi, başkalarının içinde bulunduğu koşullar ve onların duygularını daha iyi anlamaya ve kendi sınırlarımın farkına varmaya başlamamı sağladı. 

 

Yıllar önce, bir arkadaşım bana iki yaşındaki kızıyla çıktığı bir yürüyüşte kızının gördüğü her su birikintisini durup incelediğini anlatmıştı. Onu dinlerken, ben olsam ilerleme ve daha önemli bir şeyler yapma dürtüsüyle çocuğu elinden tutup çekiştirecek olduğumun farkına vardım. İşte o zaman dünyayı iki yaşındaki bir çocuğun ve dolayısıyla diğer herkesin —ailemin, arkadaşlarımın, meslektaşlarımın, rakiplerimin— gözünden görmenin önemini ilk kez anladım. 

 

Başkalarını rahat ettirmek ve güveni tesis etmek geri kalan her şeyin temelini oluşturur; özellikle de iş yerinde. Korku aşılayarak ya da sevgi bekleyerek yönetmek insanların gelişmesine yardımcı olmaz. Sessizce saygı görmek her zaman yeğdir.

 

Benim hayat yolculuğum boyunca yolumu bulmamı sağlayan kerteriz noktaları işte bunlardı.  Beni Cardiff’ten İstanbul’a onlar getirdi. Ve yine onlardan aldığım ilhamla, bugün e-postalarımdaki imzamın hemen altına kendim ve başkaları için üç kelimelik küçük bir hatırlatma ekledim. Bugün sizlere bu üç kelimeyle veda etmek isterim: “Her şey mümkündür.”

Michael Moritz Biyografi

Michael Moritz, ortaklarından olduğu Sequoia Capital’e 1986’da katıldı. Sequoia’nın küresel teknoloji yatırımlarındaki köklü değişikliklere uyum sürecinin başlıca mimarı olan Moritz, şirketin Çin ve Hindistan ofislerinin yanı sıra küresel teknoloji fonu olan Sequoia Global Growth’un, firmanın dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış sabit varlıklardan oluşan ortak havuzu Sequoia Heritage’ın ve kamu sektörü fonu Sequoia Capital Global Equities’in de kurucu ortaklarındandır. Yahoo!, PayPal, Google, LinkedIn, Kayak ve Flextronics’in yönetim kurullarında uzun süre görev yapan Moritz, Sequoia’yı aynı zamanda Instacart, Klarna ve Stripe gibi şirketlerin yönetim kurullarında temsil ediyor. Moritz, Sequoia’ya katılmadan önce Technologic Partners’ın kurucu ortakları arasında yer aldı ve TIME dergisinin San Francisco şubesi şefi olarak görev yaptı.

Moritz, 1984’te yayımlanan ve Apple üzerine yazılan ilk kapsamlı kitap olan Ve Steve Jobs Apple’ı Yarattı (Return to the Little Kingdom) ve Manchester United’ın uzun yıllar teknik direktörlüğünü yapan Sir Alex Ferguson ile birlikte kaleme aldığı Liderlik (Leading) de dahil olmak üzere birçok kitabın yazarıdır. Moritz 1976 yılında Oxford Üniversitesi Christ Church Koleji’nden tarih alanında yüksek lisans derecesi aldı. Eşi Harriet Heyman ile kurduğu Crankstart adlı vakıf, imkânsız görüneni başarma azmi ve cesaretini gösterenleri desteklemektedir. Moritz’e 2013’te İngiltere Kraliçesi tarafından şövalyelik unvanı verildi.